Seyahat etmeyi niye severiz? Çünkü yeni yerler görmek, değişik lezzetler tatmak, kafa dağıtmak ve eğlenmek her zaman güzeldir. Ama benim bir sebebim daha var. Bir ülkeye ayak bastığımda o ülkeyle ilgili kulaktan dolma veya bir yerlerde okuyup, izlediğim ve aklımda kalan bilgi kırıntıları su yüzüne çıkmaya başlıyor. Öyle miydi, böyle miydi darken çoğunlukla yeterince bilmediğimi fark ediyorum ve tabi merak etmeye başlıyorum. Merak dediğin istediğini vermeden geçmez, o yüzden döner dönmez kafamdaki sorulara cevap aramak içi okumalarıma başlarım. Tıpkı beni etkileyen bir sergi gezdiğimde o sanatçının hayatını merak ettiğim gibi. Önce pratiğini görüp sonra teorisini öğrenmek gibi oluyor.
Birkaç hafta önce Mark’la Bükreş’e gittiğimizde de aynı şey oldu. Romanya’nın çok sert bir diktatörlükten çıktığını, Ceausecu’nun (Çavuşesku) yaptırdığı korkunç Parlamento Sarayı’nı ve ülkenin komünizmin etkilerini hala taşıdığını biliyordum. Ama birbirimize sorular sorarken anladık ki bilgilerimiz çok kısıtlı. İstanbul’a dönünce Arte kanalının konu ile ilgili bir belgeselini izledim Youtube’dan. Açıkçası şehrin ve halkın niye hala kendine gelememiş olduğunu daha iyi anladım.
Çavuşesku’nun dönemi 1965’ten 1989’a kadar sürmüş. Hatırlamamam normalmiş yani. 65’te partinin başına geçmiş, 74’te de Devlet Başkanı olmuş. Çavuşesku başa geçtiği ilk dönemlerde “milli gurur” ve “bağımsızlık” kavramlarına vurgu yapmış. Moskova’ya karşı tavır koyması ile de o zamanlar hem halkın desteğini hem de başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinin desteğini almış. Zamanla Doğu Avrupa’nın en sert diktatörü haline gelen Çavuşesku hem politika olarak ülkeyi doğudan batıya izole edip yalnız kalmasına sebep olmuş, hem de devlet borçlarıyla halkın boynunu bükmüş. Artık en temel ihtiyaçlar bile zor bulunmaya başlamış. Bu arada halkın üzerindeki aşırı sansür ve Securitate yani gizli polis terörünü de unutmamak lazım. Hiçbir muhalif sesin çıkmasına izin verilmiyormuş. İhtilalin fitili Timişoara’da Ioan Savu isimli bir pastör ve onu takip edenler tarafından atılmış. Birçok kişi hayatını kaybetmiş.
Çavuşesku, 21 Aralık günü hala güçlü olduğunu göstermek için son bir umutla Bükreş’in şimdiki Devrim Meydanı’nda halkı topluyor. Daha konuşmanın başında meydandan yuhalama sesleri gelmeye başlıyor. O anlarda Çavuşesku’nun yüzündeki korku ve tedirginlik görmeye değer. Bu konuşmanın görüntülerini de Youtube’dan bulabilirsiniz. Üstelik sadece bir ay önce yapılan seçimde oyların çoğunluğunu almış olmasına rağmen. Karısı Elena ile yurtdışına kaçmaya çalışıyorlar ama beceremiyorlar. Kendi polisi tarafından tutuklanıyor. 25 Aralık 1989 tarihinde askeri mahkeme tarafından aynı gün içinde yargılanıp, Elena ile infaz ediliyorlar. Bu arada Elena’nın resmi unvanının “Romanya’nın Sahip Olabileceği En İyi Anne” olması da ruh sağlıklarının yerinde olmadığını gösterir herhalde. Bir manyak geliyor ve koskoca bir ülkeyi darmadağın ediyor. Maalesef bir zamanlar Doğu’nun Paris’i diye anılan Bükreş de bu zulümden payına düşeni alıyor. Şehrin göbeğindeki tarihi binalar, kiliseler yıkılıyor. Onların yerine büyük ve bir o kadar çirkin binalar dikiliyor. Zaten şehri gezerken sık sık çok güzel bir bina ve anlamlandıramadığınız çirkinlikte bir binayı yan yana görüyorsunuz. Bükreş gezmek için özellikle seçeceğiniz bir rota olmayabilir ama hem yakın olmasını hem de uçakların ucuzluğunu dikkate alınca bir hafta sonu gidip görebileceğiniz bir yer.
Şehrin en hareketli yeri Old Town yani eski şehir. Bazı kısmları bize Kadıköy’deki barlar sokağını hatırlattı. Yan yana pek çok mekan var. Bazıları güzel bazıları pek de güzel değil. The Urbanist bence eski şehrin içinde en cool yerlerden biri. Hem bar, hem dükkan hem de kafe. Çok güzel dekora edilmiş, eğlenceli bir mekan. Carturesti Carusel de dört tarafından merdivenlerin inip çıktığı, yuvarlandığı mutlaka görmeniz gereken bir kitapçı. İngilizce ve Fransızca kitaplar da satıyorlar. Giriş katındaki hediyelik eşya kısımlarıysa beni benden aldı. Müze gibi gezdim desem yalan olmaz. Caru’cu Bere, şehrin en eski lokantalarından biri. Dışarısı da içerisi de hep kalabalık. Turistik bir yer olmakla beraber bence en azından bir kez görülmesi gerek. Yemekler biraz yavaş geliyor ama gayet lezzetli. Çişmigui Garden ise yemyeşil ağaçları, çeşmeleri ve sandal sefası yapabileceğiniz gölüyle Avrupa’da gördüğüm en güzel parklardan biri. Ağaçların gölgesine uzanıp dinlemek için birebir.
Eski şehrin daha kuzeyinde bir bölgede instagramdan gitmeden önce keşfettiğim Kane de en çok beğendiğimiz yerlerden biri oldu. Alakasız bir cadde üzerinde birden karşınıza çıkıyor. Genç ve mükemmel İngilizce konuşan sahibi sosyal medyanın gücünün farkında. Yaptıkları tanıtımlar sayesinde genellikle turistlerin geldiğini söyledi. Biz harika bir apple strudel yedik ama brunch için gitmek daha akıllıca olur. Haritadan bakınca uzak görünse de yarım saatlik bir yürüyüşle şehir merkezine dönebilirsiniz.
Bükreş’in en çok hoşuma giden kısmı birçok güzel kafe ve restoranın olması oldu. Neredeyse hepsinde bahçede veya terasta oturabiliyorsunuz. Rezervasyon yapmadığımız halde cumartesi gecesi bile kolaylıkla yer bulabildik. Bu arada tek gece kaldığımız için müzeleri gezmemeye karar verdik ama vaktiniz varsa kaçırmayın.
Otel olarak da Radisson Blu Hotel’de kaldık. Yeri çok güzeldi ve etrafta bir sürü başka otel de vardı. Eski şehre sadece on dakika mesafede. Gürültü ve kalabalığı göz önüne alınca eski şehrin göbeğinde kalmak bana çok mantıklı gelmedi.
Son bir uyarı olarak da taksiye binerken lisanlı taksi olmasına dikkat edin. Arabanın yanında yazan yazılardan anlayabilirsiniz. Havaalanında çok şaşırdığımız bir şey oldu. İki taksi sırası vardı ama ne fark var belli değildi. Meğer öndeki sırada daha eli yüzü düzgün arabalar, arkada hafif külüstür arabalar varmış. Aralarında çarpı üç fark olduğunu keşfedince arka sıraya geçtik tabi. Sizin de aklınızda olsun, özellikle sorup soruşturmazsanız kimse uyarmıyor çünkü.
Yorum yapılmamış